Sayfalar

30 Aralık 2014 Salı

Zemistan


12 ayın insan ömründe 1 yaşa eşit sayıldığı yerdeki rutin eylemlerimize devam ettiğimiz sıradan günlerden biriydi.

Pencereyi açtığımda hava kararıyordu. Bir tüccar kilitlerken dükkanının kapısını yanındaki ayakkabı tamircisine iyi akşamlar diliyor, karşı apartmandaki gri hırkalı kapıcı çöpleri topluyor, aynı apartmanda 11 numaralı dairede yaşayan  siyah saçlı ve hiç gülümsediğini görmediğim kadın da hızlıca sofrayı hazırlıyordu. Akşam telaşı adı verilen ve yaklaşık 60 dakika süren ufak çaplı koşuşturmacanın bende yarattığı etki bitince uzun zamandır girmediğim bir odaya girmiştim. Ve o anda da hissetmiştim bu öyküyü son kez anlatacağımı.


O gün o boş duvarı ne kadar izlemiştim bilmiyorum. Arkasına sadece küçük pil takılınca çalışan duvar saatinin ne kadar ilerlemiş olduğu ile de ilgilenmemiştim pek; belki 1 saat belki 1 ay umurumda değildi. Duvarı bir kapıya dönüştürme fikri ve bunu yapmak için hissettiğim o delice isteği ne zaman duydum onu da bilmiyorum.


İnsanın ruh haline göre değişkenlik gösteren oksijen seviyesiyle birlikte kulakları sağır edecek sessizliğin hakim olduğu birkaç eşyalı sade odada o duvara gözlerimle ne çok şey anlattığımı düşündüm. Dışarıdan bakıldığında biraz yıpranmış, boyaları dökülmüş, sağ alt köşesi nemden sararmış ; ama gerçekten görmek istediğinizde çok sakin, dokunduğunuzda çok sıcak,dinlediğinizde de huzurlu parçalar duyabileceğiniz bir duvardı. Orası benim insanların kendine has doğrularını dünyanın en doğru düşünceleri tabağında 'bence' ile başlayan cümleleriyle servis eden türlerinden uzak kalmak için kaçıp , sırtımı yasladığım duvardı.


Bu kaçış başta çok güzel geliyordu. Uzaklaşmak ,yalnız kalmak , kalbimin her atışını süper bir sessizlikte dinlemek yani.. Bir süre boyunca her şey normalken ,zamanla bu durum sorun haline gelmeye başlamıştı. Orayı sığınak gibi görebilirdim;fakat dışarıda başka bir dünya vardı. Sürü psikolojisiyle hareket eden , ‘‘elalem ne der’’ciler yüzünden kendi yoluna kendi taşlarını dizen , sınırsızca tüketen kan emicilerin yaşadığı , can yakan , kalp kıran insanların yaşadığı bir dünya… Haliyle ben de bunlardan etkileniyordum.  Ne kadar istersem isteyeyim kopamıyordum tam manasıyla . Duvara yaslandığımda da gösterdiğim etkilere bir tepki alamamak bazen beni çileden çıkarma boyutuna ulaştırıyordu. Bir şeyler yapmam gerektiğinin farkına vardım. Sanırım buna da düğümleri çözümlemek deniyordu.


Bazen bana yaşatılanlar yüzünden çokça sinirleniyordum , o anlarda elime balyoz alıp etrafımdaki her şeye vurup,kırıyordum. Kontrollü olup olmadığımı fark etmiyordum başlarda;fakat sonra her nasılsa kırma eylemini de mantık kalıbına sığdırmayı başardım. Nar kokulu bir mumu parçalamak anlamsızdı çünkü. Yıkıp ,onun yerine başka bir şey inşa edebileceğim bir fikir içimi ısıttı. Ruhumu tatmin edecek soyut bir inşaat alanına giriyordum ; tabi ki tüm önlemlerimi alarak. O odayı ve o duvarı dönüştürmeliydim ; ama şunu da çok iyi biliyordum ki herhangi bir şeyi dönüştürmek için insan önce kendisini dönüştürmeliydi. Ben de güneşin doğuşundan batışına kadar geçen 1440 dakika boyunca boş durmama kararı aldım.

Az zamanda çok insan tanımaya çabaladım , birbirinden çok farklı anlayışlara sahip gruplarla sohbet ettim. Yapabildiğim kadar yolculuk yaptım. Birkaç kez sokakta sabahladım. Bu eylemlerim de bende hikayelere merak oltasını atmama sebep oldu. Daha önce de söylemiştim , her insan bir kitaptır diye. Kısıtlı zamanda çok insan okumaya gayret ettim. Her girişimimden sonra odama gelip çalıştım. Bini aşkın o dakikayı kendi içimde paylaştırdım. Bu sayede ne kadar başarılı oldum,tartışılır ama sanıyorum ki ben de odamla birlikte dönüşebiliyordum.


Vakit kaybetmeden işe koyuldum. Duvarları kırmak çok zor geldi ama zaten hiçbir şey kolay değildi. İz bırakmadan, yeniden açılabilmek için kapı yapmak çok çok zordu. Kendime gerekli motivasyonu veren yine bendim. Gidip kurumuş yaşlı ağaçlarla çalıştım bir marangoz dükkanında. Oydum , zımparaladım, ellerimi toprak kokutarak dokundum. Kucaklayıp odama geldim. Bu çok düz ve sıradandı,boya gerekliydi.  Hazır almak ya da yardım almak da bu işin gidişatına aykırıydı. Tabi ki boyasını da kendim hazırladım. Biraz hoşgörü,biraz sevgi,biraz saygı ekledim. İçine umut kokulu inceltici de koydum. Kahkaha seviyesi yüksek karıştırıcıda karıştırdım. Hayatımda hiç görmediğim huzurlu bir renk elde ettim. Yavaş yavaş , sakin sakin günlere bölerek boyadım. O kadar haz alıyordum ki hiç taşırmadan, yerlere damlatmadan , hiçbir zerresini boşa harcamadan kapımı boyadım.


Bunu yaptığım bazı geceler yorulduğumda yere , sarı parkelerin üzerine oturdum. O esnada bana bazen Neşet Ertaş eşlik ediyordu bazen de cilası henüz kurmamış penceremi açıp kadehime kan rengi şarabımı koyduktan sonra Birsen Tezer'in yanına oturuyordum. Sabahları bekliyordum umutla.  Oluyordu da...  Mesela en sevdiğim sabahlar güneşin ışıklarını yüzüme vurarak uyandırdığı sabahlardır. O zamanlar ufak kare masamın üzerine çilek reçelini koymayı unutmadığım bir kahvaltı hazırlayıp dostlarımı çağırdığım bile oluyordu. Takvimimdeki yaprak sayısı azalıyordu ve ben bu sıralarda dönüşmek fiilinin hakkını vere vere bir insanın aynı anda yaşayabileceği, etrafına yaşatabileceği tüm duyguları yaşıyordum. Sonra baktım ki yeni yeni duygular bile türetmeye başlayacak olgunluğa bile ulaşmışım. Yeni duygu türetmek... Bu çok yüce bir eylem olmalıydı. Bize verilen hisler kutusunun kapağını açıp, içine tertemiz ve yepyeni bir duygu koymak… İçimde hiç bilmediğim bir yeri keşfetmek ve sadece oraya uygun mis gibi bir şey hissetmek. Sonra anladım ki en mutlu edici işçilik kendinizin kendinize yaptığınız işçilikti. En güzel kokan ter de bunu yaparken ve meyvelerini sevdiklerinizle paylaşırken alnınızdan akıttığınız terdi.



Uykuya dalmışım...


Güven verici bir zil sesiyle kapım çalıyordu gözlerimi açtığımda. Düşünmekten onu yaptığımı,odayı renklendirdiğimi , eski eşyaları yok ettiğimi fark etmemişim bile.

Doğrulup eskiden yerinde bir duvar olduğunu bildiğim alana yöneldim. Heyecanlandım. Kolu çevirdim. Ağzımdan samimiyet ve az biraz da korku kokan tek bir kelime çıktı…..



Hoşgeldin


2 Aralık 2014 Salı

Turuncu Sokak


Tam çatının üzerinden aşağı doğru süzülüyordum ki gözlerimi hiç zorlanmadan açtım. Bir süre beyaz renkteki tavana boş bakışlar göndererek beni uyandıran bu gürültünün ne olduğunu anlamaya çabalıyorum. Komidinin üstündeki sarı kayışlı kol saatime baktığımda saatin 06:14 olduğunu görüp,çıkıyorum yatağımdan. Bir zamanlar ben ilkokuldayken çok popüler olan bir şarkı çalıyormuş meğer;balkona çıkıp aşağıya baktığımda anlıyorum. Şahin marka bir araba yanaşmış binamızın altına. Sanırım bilerek yapılmış bir hareket. Benimle birlikte birçok insan balkonda. Hep birlikte bakıyoruz aşağıya ne oluyor diye. Az sonra da arabadaki şahıs istediğini elde etmiş olmanın haklı gururunu yaşayarak hızla ayrılıyor caddeden. Bu ne anlamsız bir uyanış şimdi?


Başımda garip bir acı olduğunu fark edip sıkı sıkı toplanmış saçlarımı açıyorum. Omzumdan aşağı dökülüyor saçlarım birden ve balkon çok soğuk. Hava boz bulanık renkte, kış geldiğini tüm sertlikle çarpıyor yüzüme. Üzerimde şaşkınlıkla sersemlik karışımı bir şey var. Arabanın arkasından da bakarak kaçan uykumun ardından el sallıyorum. Bir insan yüzünden neden birbirinden bu kadar ilgisiz birçok insan etkileniyor ki ? 


İçeri girip yarısının dışarıda olduğu perdeyi toparlamaya çalışırken düşünüyorum. Eminim ki tanıdık hikayelerden birine sahip bir çift insanın çekişme sürecinin bir parçasını yaşadık az önce. Hiç tanımadığımız insanlarla da bu şekilde etkileşime girmiş oluyoruz aslında. Sokakta yürürken tesadüf eseri şahit olduğunuz bir evlilik teklifini izlemek, okuldan eve dönerken bindiğiniz otobüsteki iki  kız kardeşin çekişmesine tanıklık etmek veya alt komşunuzun her akşam yaptığı o rutin kavgaları dinlemek de istem dışı olarak başka hayatlara dahil olmanın örneği sayılabilir.

Bu gibi durumlarda gördüğünüz anlar için yorum yapma hakkınız olduğunu düşünebilirsiniz ;fakat ben biraz istisnai kısıma katılarak topluluğum adına birkaç cümle yazmak istiyorum. Bizler herhangi bir şekilde ortak olduğumuz yaşamlara yönelik tam bir fikrimiz olmadığı için onlara burnumuzu sokmayı pek istemeyiz. Ve yine karşılaştığımız sahneler hakkında da bilgi sahibi olmadığımız için insanları olumlu-olumsuz duygularıyla, yaşadıkları anlarla baş başa bırakmanın doğru bir eylem olduğunu düşünürüz. Parmaklarımın hızını kesmeyip tecrübeyle sabitlediğim bir olayı anlatacak olursam :


Yaklaşık 2 hafta önce bir cumartesi günü dünyanın en çirkin hisleri listesinde bulunan ilk 10 maddeden birini yaşadım. Tüm hafta aynı saatte kurulu olan alarmımı  bir gece öncesinden kapatmadığımı fark ettiğimde,üzerimden yorganımın yere düşmüş olduğunu gördüm ve ne kadar o şekilde üşüyerek uyuduğumu düşündüm. Bu korkunç hissi tekrar hatırlamak kötü olsa da ben o listeye o gün hiçbir işiniz olmadığı halde sabahın köründe uyanıp,etrafı izlemeyi de eklemek istiyorum. Ama olsun,uzun süredir kendime vakit ayıramıyordum. Bunu fırsat haline dönüştürüp, üzerime az biraz kalın şeyler giyip dışarı çıktım yürüyüş yapmak için. Parka geldiğimde köşede bir sürü yavru kedi gördüm. Nasıl bir sevinç doldu içime anlatamam. Belki o gün o kedileri görüp,sevinmek için böyle uyanmıştım. Geri döndüm,dolabımdan su ve süt alıp oradaki plastik kaplara boşalttım. Etrafımda birden miyavlayan bir ordu oluştu. Ve ben gri kaldırım taşına oturduğumda iki yanağımdan da aşağı doğru süzülen sıcak göz yaşlarımı fark ettim.


Ağlama eylemi bana sevinçte de hüzünde de uzak olan bir şeydir. Bu biraz insanın yaratılışıyla ilgili sanırım. Hiçbir zaman kolay ağlayamadım. Duygulanamadım bir filmde veya ayrılıkla biten bir kitabın sonunda. Ya da canımı sıkan insanlara sitem ederken de...  Bu yüzden üzülünce ağlayan insanlara hep özenmişimdir, bu yol ile rahatladıkları için. Aynı şekilde bunun tam tersi olan mutluluktan ağlama durumunu da pek iyi tanımlayamam. Aklım karışır çünkü. Çok güzel bir şey olunca insan birden neden ağlamaya başlar ki?  Bu kadar zıt olan iki tepki nasıl barınıyor iç içe?


Tüm bunların son derece bilincindeyken,diğer bütün normal insanlar gibi hassas bir dönemde olduğumu düşünüp ,bunu ortaya çıkaran kedilere yandan bir bakış attım. Orada otururken de beni o halde gören bir anne-kız oldu. Önce bir şeyim olup olmadığını sordular. Gayet iyi bir şekilde gülümseyerek her şeyin yolunda olduğunu söyledim;ama insanlar başkalarının hayatlarına burunlarını sokmaya fazlasıyla meyilli oldukları için beni yarım saat belki de 45 dakika boyunca rahat bırakmadılar. İşte bu durum yorum yapma hakkını doğurur mu tam bilemiyorum ama kesinlikle rahat bırakılma ve o ılık havadaki cumartesi gününde kafamı dinleme , normal insanlar gibi duygulanabilme sevincini yaşama hakkım vardı.


Somutluklar içinde hızla yaşarken, içimde kelebekler uçuran soyutlukları düşünme hakkım vardı. Bazen 24 saatin bile yetmediği günlerin acısını çıkarabilme bazen de akreple yelkovanı elimle tutup ilerletme hakkım da vardı. Kışın gelmesine sevinip,en sevdiğim şarkıyı açarak tarçınlı salep yapmaya ve onu beni mutlu eden insanın yanında içmeye de hakkım vardı. O gün o kediler bana günlerin nasıl hızla geçtiğini, mecburiyet veya sorumluluklardan dolayı durup bir dinlenemediğimi, doğalı 1 ay olmuş kedinin başını hiç okşayamadığımı ve aslında her gün içinden bir yere yetişme çabasıyla geçtiğim o parktaki kuşların sesini dinleyememiş olduğumu hatırlattı. Bu yüzden bir iki damla yaş akıtmak doğal olmalıydı. Gözlerimin bu sebeple parlak parlak olmasının da tadını çıkarmak güzeldi, tabi o iki kişinin fazla müdahaleci tavırlarına maruz kalana dek.



İşte bugün bu yüzden o arabayla aşağı yanaşıp,rahatlayıp ve hemen oradan giden insanı tebrik ettim içten içe. Binada yaşayanların bağırışlarına,kaba söylemlerine aldırış etmeden,onları kendi hayatına sokmadan iletisini verdi ve gitti. Bu sebeple de pek kızmadım zaten. Rahatlasın be kardeşim dedim. Döksün içini o şarkıyla sevdiğine, söyleyerek ya da yazarak anlatamamış belli ki. Bir de dinletsin ne olacak ?  Belki saat konusunda biraz kararsız kalmış olabilir ; belki hiç uyumamış bile olabilir . Bu konuda yardıma ihtiyacı var belli ki ; ama bir gün de siyahlaşmaya başlamış ruhu için o binada yaşayan 160 küsür insanın rahatını bozsun ne çıkar ? Bizler ki zaten birinin/birilerinin veya herhangi bir şeyin iyi olması için oradan oraya koşturmayı,çabalamayı seven insanlar değil miyiz?


Bir sabah İlhan Şeşen’in Ellerimde Çiçekler şarkısıyla uyanmışız ne olacak....?


30 Ekim 2014 Perşembe

Boşluklar Dolsun

İşlerin yoluna girdiğini düşündüğümüz her an ortaya çıkan, olmazsa olmazların evreninden  gelen  bir pürüz vardır. O esnada onun anlamlı veya anlamsız olması da önemli değildir . Bir pürüz ki ,sürekli hale gelmiş olan iyi gidişin ortasına  hop diye düşer. Bunun üstesinden gelmek için bazıları bir şeyler yapmak ister,bazıları da elini kolunu bağlayarak sessizce durur ya da müdahaleci yaklaşımlar sergiler.


Fakat bilinmelidir ki özgürlüğüne düşkün insanlar için hayatlarına herhangi bir müdahale olması onları çileden çıkarmaya yeterlidir. Kısıtlanmayan veya söz söylenmesine hiçbir zaman müsade edilmemiş hayatları için kendinde söz hakkı bulan herkes bir anda onlar için yabancılaşmaya elverişlidir. Kırmama ve kızmama gibi üzerinde büyük çaba gösterilmeye dayanan davranışları sergilememek için özen gösterilir. 
Bu değil midir zaten bir yaşam boyunca yapmamız istenilen şey? Her zaman olmayan, iyi gidiş denilen birkaç aylık,haftalık  periyodun ortasında büyüyen huzursuzluğu yenme,ona karşı zafer kazanmak için izlenmesi gereken rotayı bulma ,tecrübelerden faydalanma gibi eylemler göstermemiz beklenir. Bunları başaranlara da aferin,  iyi idare ettin denir. 


İdare etmek kavramının da  üzerinde durulması gerek. Bana kalırsa insanlar ikiye ayrılır. İdare edenler ve idare edilenler... Bu ayrım akla siyaseti getirmesin veya bir grubun üstünde hakim olma olarak da gelmesin.  Ben burada hayatta değer verdiklerimizi bir arada tutma anlamındaki idareden bahsediyorum. yanımızda istediklerimizi samimiyet,güven,sevgi gibi elzem değerlerle birlikte bir arada tutma...  Bu yolda ara ara yorgunluk olması da doğal bence. O zamanlarda insan yanında birini isteyebilir. Bir dost,bir sırdaş,bir sevgili,bunaldığında koşup gelebilecek biri ya da senin hayatını zorlaştırmaya değil de işini kolaylaştırmak için önüne çözümler,fikirler sunan biri... Sanılanın aksine çok sevdiklerimiz farkında olmadan bizi yalnızlığa da  bırakabilir. Peki burada yalnızlığa sürüklenmiş olanların idaresini kim yapıyor? 


Bu paragraftan sonra da adalet kavramının da sorgulanması gerekir bence;ama hiç giresim yok. Konudan konuya geçiyormuşum gibi gelebilir ama bu sıralar çok şey dinliyorum. sonra doluyorum,taşıyorum. 


Bazen heyecanlarımız,sevinçlerimiz,aklımızı meşgul eden her güzel şey elimizden alınırmış gibi geldiğinde saldırganlaşırız. Haksızlık yapıldığını düşünürüz.İnsanlar bu gibi durumlarda hemen mağduru oynamayı sever. Ben böyle yaptım ben şöyle yaptım.. vari cümleler çok  sık duyulur. İş , ben le başlayan cümleleri biz e çevirebilmekte. Biz'e çevrilmiş her eylem daha temiz, daha samimi , olması gerektiği gibi. Bu yüzden hayatımızın yarısı da biz olabilmek için çabalamaktan geçiyor.


Hep bir döngüdeyiz aslında. Bundan elli yıl öncesi de elli yıl sonrası da aynı olaylarla,aynı duygularla döngüdeki yerini koruyor. Farklı olanlarsa sadece farklı zaman dilimlerinde yaşamış bireyler. Peki bu kadar zamandır bu insanlar aynı şeyleri yaşıyorsa neden kimse kimseye yardım edemiyor? Neden her kuşak benzer sorunlarla mücadele halinde? Biri de çıkıp demiyor ki ; arkadaşlar ben bunu yaşadım alın bu böyleyken böyle. Bunu yaparsınız şunu elde edersiniz.. Herkes içinde bulunduğu çağın kötülüğünden ve insanların acımasız olduğundan bahsediyor. Geçenlerde izlediğim 1960'lı yıllarda çekilmiş bir filmde de ''artık eski duyguların ve insanların masumluğu kalmadı'' nın vurgusu yapılıyordu. 54 yıl sonra bugün de aynı şeylerden şikayet ediliyorsa, her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman mı suçlu  ilan edilecek?  


Bence Samuel Beckett in dediği gibi her şey.


''Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.'' in  üstüne kurulu. Bizden öncekiler bu yüzden sesini çıkarmıyorlar. Yenilerek,çok ama çok güzel yenilerek bir şeyleri başarmamızı ve anlamamızı istiyorlar. Belki anlatsalar da biz yenilmek için anlayamıyoruzdur. 


Bundan sonra atacağımız adımlar da cesaretli mağlupluğa kurulu. Duygularımızın arkasında durarak,daha sakin ve dingin yenilmeye adanmış hayatlarımızla başka hayatlara karışmaya dayalı. Bir döngüyse eğer bu yaşadıklarımız ve kıramıyorsak da bir halkasını en azından umutsuzluğa kapılmamalı,vazgeçmemeli.


şimdi gidelim ve daha güzel yenilelim.

30 Eylül 2014 Salı

Yol


Şekersiz kahvemin sert kokusuyla başladım bu güne.

Geç uyandım, kahvaltımı yaparken pencereden bakıyorum. Davranışlarını tuhaf bulduğum bir çifti, ayakkabısının arkasına basarak yürüyen önlüklü çocuğu, kucağında bebeği olan kadını ve çamurlu yoldan ilerleyen taksileri izliyorum. Nasıl bir hayatları olduğuna dair senaryolar yazıyorum aklımda . Defterimi aldım , yatağıma uzandım. Ne zamandır kendimle baş başa kalmıyormuşum. 


Defterin arasından Cihangir merdivenlerinde dikkatimi çeken ve onu alma isteğine kapıldığım sararmış bir yaprak çıktı. Aklıma İstanbul'a gittiğim zaman kuzenimde kaldığım bir gece yaptığımız sohbet geliyor .

Anlatmak ve dinlemek bir sanattır bizim için. Yumuşak yapılan sohbetler ve anlatılan hikayelerin kıymeti ise paha biçilemez.


Bilmediğim bir semtte dinlediğim az çok bilindik bir hikaye… Ben saatlerce anlatacak ve yazacak kadar hikaye biliyorum ; fakat bu işin duygusu ortaya konan emekte. Manevi olanından bahsetmeme lüzum bile yok. Ama ben o gün duygularını somutlaştırma yolunda ilerleyen ve bunu daha önce hiç böylesini görmediğim şekilde olan emekten bahsetmek istiyorum.

O geceyi anımsıyorum.

Odasına girdim. Bir yatak, aynalı bir masa,bir koltuk ve dolap var. Dolaptan mavi bir poşet çıkardı , bana uzattı. Ben yatağa oturup bağdaş kurdum,ortamızda da kül tablası ve üzümlü meyve tabağı.

Poşetin içinden büyükçe bir kutu , kitap , atkı ve  özel kabul ettiği kişinin sevdiği 6 adet albüm çıkarıp ; yavaşça ve saygıyla ahşap kutunun kapağını açıyorum. O , hiç ağlamadan hatta gözleri buğulanmadan bakıyor biriktirdiklerine. Kutunun içine koyup sakladığı ve gittiği her yere daima götürdüğü , kimseye anlatmadığı, sıradanlaştırmadığı büyük sevgisini görecek birazdan. Belki özlemiştir, o yüzden susup sadece izlemekle yetiniyordur.

Kapağın altına kişinin en sevdiği filmden bir sahnenin fotoğrafı yapıştırılmış. 
Eşyaları teker teker incelemeden önce aslında somutluktan çok , soyut ve görünmez olduklarını fark ediyorum.

Bu kadar anı saklanabilir mi? Zamanı durdurmaya çalışmak bu.  Durdurup , kutuya kilitlemek ve istediği anda çıkarıp geriye dönebilmek.

İçinde günlüklerinden notlar ,O’na yazdığı ama hiç veremediği mektuplar var. Sayfalarda o gün ne yaşandıysa  noktasıyla virgülüyle yazılı. Hiçbir ayrıntı atlanılmamış. Her şey tarihiyle ve saatiyle not edilmiş. Hiçbir ziyan yok. Hiçbir anı, hiçbir his israf edilmemiş. Her bakış, her dokunuş itinayla saklanmış  Mürekkep henüz mavi. Sitemleri de kırmızı.


‘’ Bu topraklarda hep acı ve ayrılık kutsanmıştır’’ 


Bir gece yağmurlarıyla ünlü bir yerde yaşantılar anlatılmış . Ki sabaha kadar bir hayat öyküsü dinlemek yücedir.  Bir kadın dinliyorsa eğer ve düşünüyorsa ‘’bana’’ anlatıyor diye görünmez bağlar daha da güçlü bağlanabilir. Bir kadın samimiyetle anlamaya çalışıyorsa karşısındakini ; kaybedilecek kadın kategorisinde değildir artık o. Bir kadın , değerlisinin en sevdiği filmleri onun gözünden bir daha izlemiş. En sevdiği kitabı sanki oymuş gibi tekrar okumuş , anlamaya çalışmış ; o’ olabilmek için , onunla bir olup bütünleşebilmek için.  
Dost olmaya,sırdaş olmaya hazırlamış kendini. 


Zamanla bir şeyler dile gelmiş ve mavi olan mürekkep siyaha dönmüş. Farkında olmadan küçük yazıları büyümüş.  Anlıyorum , harfleri büyük ve aralıklı yazmak saklanacak bir şey kalmamış olduğunu gösterir. Kalemi biraz daha bastırarak yazılar yazmış kağıda,daha cesaretle.


Tüm bunları düşünürken bir yandan ona bakıyorum bir yandan da kağıtların altından birlikte içilmiş olan puronun eşini çıkıyorum kutudan, sonra da bir şarap şişesinin mantarını. 
Birlikte karalanan kağıtlar,mesajların çıktıları,fotoğrafları görüyorum. Başta gayet sıradan gibi görünen her an , onun elinde anlam kazanmış.


Akvaryumlu meyhane... Orada dışarıdan bakılınca kimsenin anlayamayacağı kadar duygu yüklü saatler yaşanmış.  Anılar birikiyor meyhanede , dört sandalyeli mutfak masasının üzerine bırakılmış bozuk parada , vestiyere asılmış montta , bir tavla zarında , soğuktan pembeleşmiş yanakta.


Ve  yabancısı olduğum bu semtte elimde kocaman bir hikaye tutuyorum. Ben birazdan yatağıma girip iç geçirerek uykuya dalarken ; o , bu kutunun içine sakladığını düşünecek. Ne zaman biter bilinmez ya da ne zaman bir şey başlar bu da bilinemez. Ama düzen kendi çok bilmişliğiyle hayatlarımıza müdahale etmeye devam edecek.




Düzenle birlikte yaptığımız seçimler de bizi hiç tahmin edemediğimiz yollara sokuyor . Farklı farklı insanları çıkartıyor yolumuza. Her insanın kalın bir kitap olduğunu varsayarsak aslında çokca kitap okuyor oluyoruz ilerlerken. Kimse cahil değil yani.
Yollarımız geriye dönmeye de kapalı. Ancak duraklayabiliriz ama bizler bunu kabullenmeyip arkamızda bıraktıklarımıza geri dönmeye çalışıyoruz ve bunlar başarısız girişimler olup çıkıyor. Bana sorarsanız  ; ben dönmemeyi, hep ilerlemeyi hatta koşmayı  ve  bunu yaparken de yolumun kenarlarına çiçek dikmeyi öğrendim. Nefretten nefret ettim. Duyguları sıradanlaştıranları hayatımdan çıkardım.
Bir sürü hikaye dinledim. Hikaye anlattım. Başarabiliyor muyum ; bu mühim değil pek. Burada 1000 kelimeye yakın yazı yazmış olmam da mühim değil. Yazdıklarımla birilerine ulaşabiliyor ve onlara dokunabiliyor muyum o değerli benim için. 



Birkaç saat sonra akşam olacak,hava kararmaya başlayacak. Ve ben tüm iç hafifliğimle sahile inip yürüyüş yapacağım , denizi selamlayacağım.  Yaşadığım yeri sevecek,yeni hikayeler dinleyip yazacağım. Sarı hırkamı alıp çıkıyorum sokağa ,sevdiğim bir şiiri mırıldanarak     
....




Biliyorum, kolay değil yaşamak, 
Gönül verip türkü söylemek yar üstüne; 
Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, 
Gündüzleri gün ışığında ısınmak; 
Şöyle bir fırsat bulup yarım gün, 
Yan gelebilmek Çamlıca tepesine...
Bin türlü mavi akar Boğaz'dan 
Her şeyi unutabilmek maviler içinde.

Biliyorum, kolay değil yaşamak; 
Ama işte 
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak, 
Birinin saati işliyor kolunda. 
Yaşamak kolay değil ya kardeşler, 
Ölmek de değil; 

        Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.


                                                    Orhan Veli Kanık






20 Ağustos 2014 Çarşamba

Kedi Sesi

Durgun ve ferah bir gün.

Yine boş beyaz kağıda bakıyorum. Biz birbirimizi anlıyoruz da mesele diğerlerine anlatabilmekte. Söz sanatlarımı da koydum önüme;fakat toparlayıp yan yana getiremiyorum kelimelerimi. Yanımda bana eşlik eden bir kadeh var bir de bayatlamış badem… Demek bu gece benim yazamayışıma içiyoruz.


Dilimde damağımda buruk tat... Böyle anlarda kalbim hep hızlı atar ; başım döner. Başım döndükçe kelimelerim iyice karışır. Kalemim anlatımı bozuyorsun der ; acıyla tatlı yan yana gelmek ister. Ben ayırmaya çalışırım. Sayfalarca karşı çıksam da başaramam. Onlar aslında hep bir olduklarını söylerler. 

Sahi sana ulaşmak kaç paragraf?


Harfleri ziyan etmek de korkutucu ; ama hep derim ki gel sen beni kelimelerimde bul.  İnan bu saatten sonra melankolinin moru da umrumda olmaz, benimle dalga geçen anason kokusunun da. Bulunabiliyorsam eğer yeniden, çiçek açar içimde.

Büyük kırmızı kurdeleli bir nida armağan ediyorum sana.


Sen de bilirsin ki başka türlü şeyler ararım. Bu yüzden de kalabalıkta aslında hep tekimdir. Sanma ki en sevdiğim sözcük umutsuzluk. Hayır,ben bu sayfalarda su gibi berrak sözcüklere sahibim. Bulabilmenin yolu bir tutam inanç ve keşif serpiştirmekten geçer.


Bu işin matematiğini soracaksan şüphen olmasın,bu problem bana da uzak. Benim sayfalarıma giremeyecek kadar uzak. Aklımda cevaplayamadığım ama cevaplarının kolay olduğunu hissettiğim sorular dolanıyor . Onları okunmak istenmiş ama hep ertelenmiş kitaplara benzetiyorum. Vakit bulsaydık okur muyduk?  Ya da kütüphanenin en üst rafına beklemeye mi koyardık?


Ürkme ; sorduğum her soru seni daha da itmesin kabuğuna.

‘’Her soru beni daha da iter mi yalnızlığın koynuna?’’


Biliyorum sevmezsin vurguları. Ama vurgulamazsak da heceleri, yolun sonuna vardığını anlayamazsın. Yola başlıyorsan eğer biteceğini bilmelisin. Sonsuzluğa inanmanın büyüsüne kapılma. O cümleler noktalanmalı. Sana gereklilikle emrediyorum.

Duyuyorum o şarkıyı defalarca dinliyorsun üst üste.


Hikayeyeyi olur da anlayamazsan dert etme,sığlıkla suçlamam. Sadece ben son yudumumu almadan önce bil ki artık önemini yitiren değerler bende gizliden gizliye derinlerde kadife kumaşlarda saklı.



Eğer cümlelerimi yazıp yazıp siliyorsam ve fazlasıyla karıştırıyorsam olumluyu olumsuzu, devrik ile kurallıyı, kafesin kapağını kapatmamın zamanı gelmiştir. Şayet merak edersen ne zaman açılacağını ;  kilit sesini duyarsın , koklarsın heyecanımı. Hatta o kapağı hiç olmadığı kadar ardına açılmış bulursun sen bile şaşar kalırsın kendi haline . Ve öyle bir bocalarsın ki seni o dakikadan sonra ne şimdiki zamanın ukalalığı kurtarır ; ne de şartlı bileşiğin pişmanlığı...

25 Temmuz 2014 Cuma

Tarçın


Gözlerimi kapattığımda bazen kendimi orada buluyorum.

İçimdeki boş evde. Bir sürü odası olan ve her kapının farklı renkte olduğu evde.

Her gidişimde başka bir kapının önünde duruyor oluyorum. Bu sefer o eve tek başıma gitmedim. Biliyorum bu hareketim ne kadar doğru ne kadar yanlış, tartışılır. Tekliğin o güçsüz duygusunu biraz bastırabilmek içindi belki hepsi. Birinin beni desteklemesine ihtiyaç duyuyordum. Bu çok insanca bir duygu değil mi ? Ben hep susuyordum , hep sakince bekliyordum. içim ise dolup taşıyordu. Dudaklarımı az da olsa aralasam neler dökülürdü hiç bilmiyordum. Kırar mıydı acaba etrafımdakileri? Ya da kendime bile itiraf edemediklerimi,ağzımda dolup taşanları duydukça ben mi kırılırdım ki ? Biraz cesaretimi takınmayı aklıma koydum.


Üzerimde sıradan bir elbise var,küçük karşılaşmalara ve hesaplaşmalara hazırım.


Bazı odaların içinden gürültüler geliyor, korkuyorum açmaya.  Kavgalar, tartışmalar, tahammülsüzlük çığlıkları, hoşgörüden uzak sesler , kinli küfürler... Ne kadar da ürkütücü. Yanımdaki de korkuyor . Belli ki onun da korkulu hikayeleri var . Ama önemsemiyorum,sorgulamıyorum. Çünkü zaten artık herkes kırgın. Herkesin geçmişinde mutlaka can acıtıcı bir hikayesi var. Garipsemiyorum. Ben hikayeleri severim.

Zamanımızın ve sözde modernleşen hayatımızın bir gereğiydi sinir, stres ,kabalık, çirkinlik sabırsızlık. Önünden geçmekle yetindik o odanın.


İkinci kapı çok sessiz. Altından gelen ışık çok ferah. İçine girip uyusam senelerce . Dinlensem. Yorgunluklarımı bıraksam. Çarpışsa düşüncelerim benden bağımsız. Orası benim huzur odam. Herkesten kaçtığım , yalnız kalmak istediğimde sığındığım mis kokulu odam. Tertemiz. Bembeyaz. Çok çocuksu.

Koridorda adımlarımızı sıklaştırdığımızda kalbimin de atışları sıklaşıyor. Yanımdakine bakıyorum,korktuğumu gösteriyorum. Kızıyor bana. Toplamaya çalışıyorum kendimi.


Diğer odada ise ölü insanlarım var.  Cesetlerim.  Bir zamanlar en dirilerimdi oysa ki. Her yaştan insanlar var. Bazılarını öyle bir öldürmüşüm ki tanıyamıyorum bile yüzlerini. O odaya girdiğimde hafızamla kalbim arasındaki çizgi sızlayıp ,kanıyor. Ara ara gözlerime yaşlar bile doluyor.  Bakıyorum etrafıma, şaşıyorum. Bazıları artık düşmanım bile değil. Ölüler !  Zavallılar diyorum. Kötü insanlardı hepsi. Onur kırıcı ve kişiliksizdiler. Yanımdaki tutup çekiyor o odadan beni . Üzerimize sinen çürümüş et kokusu midemizi bulandırdı. Çabuk atlattık.


Soldaki oda. Burası benim en sevdiğim yer. Dostlarım bir köşede bana bakıp gülümsüyor. Diğer tarafta kitaplarım dizili. Fotoğraf albümlerim var ve pencerem masmavi. Deri örtünün üzerinde duran güzel kuşum. Ah ne güzel ötersin sen!  Bilirim seni benden başkası göremez.

Masamın üzerindeki parıltılı kutu... İçinde pahalı mücevherlerim yoktur,istemem de . Parayı da istemem,bilinenin aksine yaşamak için, mutlu ve memnun olmak için çok da elzem değildir. O kutuda benim maneviyatım var. Umutlarım,içine mırıldandığım keyifli şarkılarım, tarçın kokularım,güzel kelimelerim,ipekten cümlelerim, heyecanlarım...


Oradan çıkarken aklım kalsa da diğer gerçek odamla yüzleşmem gerekiyordu.

Gittim.


Kapının boyası bile siyah. Kapalı sanırdım ama hep aralıkmış meğer. O yüzdenmiş her gücüm tükendiğinde oradan bir şeyler belirivermesi… Adımımı atıyorum.Bugün temizlik günü. İçerideyken etrafıma baktım yanımda kimse yok. Gitmiş. Burada tek başımayım. Hep tek başıma oldum,şaşırmıyorum.


Önce duvardaki bencillikleri kazıyorum tırnaklarımla. Yere dökülen nefretleri süpürüyorum. Kırılan kalp parçacıklarını saygıyla bir kavanoza koyup atılmaya bekletiyorum. Söylenmiş yalanlar ıslak ve yapışkan hala ilk günkü gibi değişen bir şey yok. Paslanmış ve kokmuş yanlış aidiyet duygularını temizlerken çok zevk alıyorum. Odam ferahlıyordu sanki. Naftalin kokan anıları da çöpe attık mı tamamdır diye iç geçiriyorum. Etrafta bir iki kırıntı kalsa da penceresine çoktan bir kelebek konmuştu bile. Ben o odaya girmiştim artık, zamanla kalanları da halledebilirdim. Bu olaydan sonra beni hiç bırakmayacağını söyleyip kendi odamda boğulmama ses çıkarmayan ve beni dışarıda bekleyen biri olup olmaması da umurumda değildi.Temizlemiştim. Beklentilerimi törpülemiştim. Korkum yoktu ve bu çok kıymetliydi.


Ve ben o gün o odadan çıkarken kendi büyük devrimimin farkına varmıştım.



Ben affetmiştim.


20 Haziran 2014 Cuma

Nar

Yine kolumu kaybettiğimi sanarak uyandım.

Hava henüz tam aydınlanmamış. Doğruldum,pencereye yöneldim. Dün geceki yağmurdan sonra ortalığa huzur veren toprak kokusu yayılmış.Ama pek haz alamıyorum kolum uyuşmuş,komik bir şekilde canım acıyor.

fiziksel acının bu gibi anlarda komikliği söz konusuyken; geçenlerde tanıştığım bir grup insanın hem manevi acıyı hem de fiziksel acıyı komikleştirebilmesine umutlu baktığımı fark ettim. Yani hayatlarındaki iniş çıkışları kabullenip onlarla alay edebilme aşamasına gelmişlerden bahsediyorum.


Bunu yapabilenlerin sayısı tahmin edemeyeceğimiz kadar fazla aslında.  Harcandığını,unutulduğunu düşünenler , hiçbir zaman fark edilememekten yakınanlar, sevildiğini sananlar, sevdiğini sananlar , devamlı aynı hataya düşenler , aldatanlar, aldatılanlar , kendini çirkin bulanlar , yalnızlıktan şikayetçi olanlar, bir şeyleri kanıtlama çabasındakiler , yalan söylemekten hoşlananlar , hava kararmadan evde olması gerekenler, parası olmadığı için kirasını ödeyemeyenler, hoşlandığı kız için gitar kursuna gidenler , balkonundaki çiçeği çocuklarından daha çok sevenler, her gün gideceğim buralardan diyenler, gitmekten korkanlar  ...  

   
Hepsinin kendisiyle alay ettiği bir nokta var. Bunu yaptıkları için olumsuzluklara karşı doğal direnç sağlayabiliyorlar. Çünkü onlar da 'mutlu olma' kavramının çok iddialı olduğunun farkındalar. bunun yerine 'memnun olma' kavramını koyuyorlar.  Memnuniyet daha ılımlı. O kelime daha güven veriyor ki  bazılarının aklına elinde tesbihi olan yaşlı bir teyze görüntüsü bile geldiği söyleniyor.


Onlar bu işe öncelikle beklentilerini küçük tutmakla başladılar. Mantık basitti. Düşündüler ve dediler ki ; değer verdiklerimize,kendi gözümüzden bile sakındıklarımıza o kadar çok anlam yüklemişiz ki onların da bizi üzebileceğine,kırabileceğine dair aklımızda hiç açık kapı bırakmamışız,yapmaz dediklerimiz yapar oldukça biz de üzülür olmuşuz.
Bir de hayatlarına yeni yeni aldıkları insanlara içlerinden inciler dökmeye başladıkları anda onların da sıradanlaşmış can yakan oluşumlar kategorisinde olduklarını görmeleri de üzen etkenlerden biriymiş. Sonunda da işte bir karar vermişler, beklentilerini azlığa ve hatta yapılabilirse hiçliğe sürmüşler.


Asıl zorlananlar her şeyi içinde yaşayanlar olmuş. Sorumluluklarından dolayı o koyvermişliğin tadını alamayanlar yıpranmış. Duyguyu,aşkı,acıyı,ayrılığı,sevimsizliği, samimiyetsizliği, yalnızlığı,coşkuyu,sevgiyi,utangaçlığı,heyecanı ve diğer tüm soyutluğu gözler önünde yaşamaktan daha çok kendi içinde yaşamayı tercih edenler biraz daha geç kalmış o kavrama erişmek için.


Az biraz kendinde güç ve cesaret bulanlar ise en çabuk yakalayanlardan olmuşlar. Hiç korkmadan ve tabi  biraz risk alarak ,ki hayat da bunu gerektirir sanırım, alıp bir çanta çıkmışlar yollara. Bize dayatılan ve  farkında olmadan öğretilen o acımasız ve adaletten yoksun ‘modern çağın’ (köleliğin) saçma sapan normlarını yok sayıp gitmişler. Kendileriyle alay ede ede,barışık bir şekilde,korkmadan emin adımlarla ilerlemişler. Başarıp başarmadıkları konusuna gelince.. onu bilemeyiz;çünkü hepsi özünde bir aynılık içerse de insanların başarı ve memnuniyet tanımlarında farklılık vardı.


Öyle veya böyle su akıyordu,herkes yolunu iyi kötü buluyordu. Buna da düzen deniyordu.



Ve ben yeni bir günün sabahında düşünürken,o uyuşan kolumla bunları doğal bir refleksle buraya aktardığımı fark ediyordum.






''söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım.
 git dersen giderim,kal dersen kalırım.''









16 Haziran 2014 Pazartesi

Sineda


      fotoğraf.fotoğraf.fotoğraf


Afyonkarahisar tarihi çarşı çekimleri...  12.05.14 tarihli.Geç de olsa paylaşmak istedim,bir nevi görsel hikaye.

Çok fazla yer gezip dolaşıyorum;fakat buraya geldikçe içim bir ısınır,farklı olurum. Kendimi güvende hissederim. Çekim yaparken dükkanlarda zorla içirilen esnaf çayı , cebime zorla konulan çekirdekler , yapılan sohbetler bile başka yerde güzel değil.




18.0 mm f/5.6  ISO 220






18.0mm f/5.6 ISO100







22.0mm f/5.6 ISO1100







50.00mm f/5.6 ISO200







30.0mm f/8.0 ISO100








30.0mm f/7.1 ISO100








26.00mm f/8.0 ISO100








46.0mm f/5.6 ISO100








18.0mm f/5.6 ISO140










28.0mm f/5.6 ISO100










20.0mm f/5.6 ISO5600










38.0mm f/5.6 ISO100









26.0mm f/5.6 ISO100










34.0mm f/5.6 ISO200









55.0mm f/.8.0 ISO100









18.0mm f/5.6 ISO100










55.0mm f/7.1 ISO200











18.00mm f/5.6 ISO250









52.0mm f/5.6 ISO100










44.0mm f/5.6 ISO250












45.0mm f/5.6 ISO100











45.0mm f/5.6 ISO100










24.0mm f/5.6 ISO100









36.0mm f/5.6 ISO100


23 Mayıs 2014 Cuma

Mavi

     Günlerdir balkon masasında duruyor. Bakışıp duruyoruz,en sonunda aldım oturdum. Açıyorum kapağını, 108. sayfadan başlıyorum.


''Neden o kahvenin sonunu hep fincanda unuturum?  
O kahve , fincanın dibini kararttığı için ilişkim bitti . ya da banyo aynasına su sıçrattığım için..ya da çizgili gömleklerle düz renk gömlekleri aynı yere koyduğum için...bilemiyorum hangisi olduğunu.

Mutfağa yöneldim yıkamak için. Kötü bir koku var. Çöp poşeti delinmiş,pis su akmış. Şeffaf poşetten görebiliyorum dün o buruşturup attığım mektubu. Katlanamıyormuş bana daha fazla. Dağınık ve düzensizmişim. Tek yaptığım kahve içip yazı yazmakmış. Yazdıklarım da berbatmış,tutunamazmışım bir yerde. Onu toparlayacak,iyi miktarda para kazanacak,diş macununu ortadan sıkmayacak,ona ait olan eşyaları simetrik bir şekilde sıralayacak, yatağa aynı renk çarşaflar serecek,her salı yoğurtlu makarna yapacak, saçlarını taradıktan sonra tarakta kalan saçları çöpe atacak, bileklikleri saatinin takılı olduğu kola değil de diğer kola takacak, yazı yazarken eline mürekkep bulaştırmayacak, salonda televizyon karşısında uyumayacak,kitapları kalınlık sırasına göre dizecek ve en önemlisi o kahveyi o lanet renkteki  fincanın dibinde unutmayacak bir kadın istiyormuş.

Mektubu bulduğumda saat on ikiyi on geçiyordu. Her zamanki gibi gece geç yatmıştım,onu uyandırmayayım diye de salonda ufak kareli battaniyeyle uyumuştum. Şimdi düşünüyorum da Yeliz bana onun obsesif olduğunu söylediğinde reddetmiştim. Düzenli ve titiz diye cevap vermiştim. İlk kavgamız ise traş bıçaklarını üstteki çekmeceye değil de alttaki çekmeceye koyduğum için olmuştu. Anlam verememiştim,kızmıştım. İkinci kavgamız ise pilav tenceresinin kapağını çorba tenceresinin kapağı olarak kullandığım için oldu.Üzerinde fazla  durmamaya çalışsam da her gün bir yerden patlak veriyordu. Kendimi susmaya zorluyordum,ellerini neden 15 dakikada bir yıkıyorsun diye sormamak için. 

Doktorla konuştum,her şey tamamdı. Tedavi olabilirsin,en iyi doktoru buldum,randevunu aldım dediğimde ise bana asıl hastanın ben olduğumu,mavi tişörtümün üzerindeki pudra lekesini bile fark edemeyecek kadar pis ve dağınık olduğumu söyledi.

Bu şekilde nasıl devam ettik bilmiyorum.Bunca şeye rağmen bizi ortak paydada buluşturan şeyler de vardı sanırım. Mesela ben de suyu pet şişeden değil,cam şişeden içmeyi seviyordum. Her neyse bu hikaye de böyle bitti.''

  Kapattım kapağını.Sıkıldım sanırım biraz.

 Akşam oluyor, Love Stubborn şarkısını açıyorum,dinliyorum. Giyiyorum üstümü. Turgut Uyar'ın şiir kitabını alıp çıkıyorum dışarı. Arkadaşımla oturuyoruz bir deniz kıyısında ona okuyorum :


''ayağımın tozuyla girdiğim mevsim yazdır
yumuşaktır
insana her şeyi yanlış anımsatır
çünkü bellek yanılmaya hazırdır
balkona koyduğumuz turşu
ekşirken ekşirken güneşi parlatır
ve insan batırır sedef kakmalı bir gemiyi
ki sahibi dünya güzeli bir kadındır
oysa denize bir mevsim yeter
sular geçer balıklar geçer 
basık bir akşam üstü bir iskelede
herkes dostuna bir şeyler anlatır''.... 


Susuyorum birden. İleride bir geminin demir attığını hissediyorum. Gülüşüyoruz birlikte. karnımız acıkmış. Gidelim en seyyarından bir kokoreç yiyelim.

Kalktık,caddeye doğru yöneldiğimizde gece tüm karanlığını indirmiş şehre. Burayı  seviyorum. Bu denizin de bir hikayesi var. Bu havanın da bu sokağın da...Şimdi ise senin hikayeni görmek gerek.Cesaretli olman gerek,elimi tutman gerek. Ön yargını kırman gerek.

Birlikte bir hikaye yazmak gerek...

4 Mayıs 2014 Pazar

Cemiyete Merhaba

Çatalımla çirkin kokan dolmayı oynuyorum. Kenarıyla bölüyorum ikiye. İçinde siyah uzun bir şey görüyorum. Kıl. Çekiyorum yavaşça. Beyaz ,pişmemiş pirinçler kıla yapışmış. Dala tutunan koalalara benziyorlar diye geçirirken aklımdan ,  uyanıyorum. Rüyaymış.  Saate bakıyorum . Bugün bir randevumuz var .Bir cemiyete gideceğiz. Sıkıcı siyah beyaz gömleğimi giydim.Gözlüğümü taktım.Uzağı göremiyorum,ilerlediler sanırım. Çıktık yola,vardık.Çaldık kapıyı . Kapının altından gelen ışık çok tanıdık. Biliyoruz bunu. Açtılar kapıyı . Kocaman bir merhaba dedik.






Bu, bizim hikayemizi yazanlar cemiyeti.Ortak ve çok büyük bir noktamız var elbette…


Merhaba , aklımızın etraftaki olaylara karşı farkında olmaya başladığı günden beri çoğunlukla yaşımızdan daha olgun , daha büyük biriymiş gibi davranmak zorunda kalanlar cemiyeti sakinleri , merhaba !
Onlar kendilerini bildi bileli hep büyük biriymiş gibi düşünmeye itildiler. İyi kötü her türlü olay gözlerinin  önünde gerçekleşti çünkü. Eğer bir elinizde oyuncak varsa diğer elinizle de başkasının saçını okşama öğretisi.

Duvarda bir yazılı asılı.

‘’ Bilmek bir yük. Farkında olmak ağır bir yük. ‘’

Burada herkes doğal halinde. Güçlü görünen yüzlerimizden maskelerimizi çıkartıp masaya koyuyoruz.Ve başlıyoruz.

Merhaba dedik , hayatının her anında büyükmüş gibi davranmak zorunda olan arkadaşlara, merhaba ! Onlar ağladıklarını kimse görmesin diye banyolarda ,suyun altında ağlayanlar. Suyun sesi hıçkırıklarını bastırsın diye orada gizlenen dostlar ,  merhaba !  O banyodan her çıktığında farklı biri gibi çıkan dostlar yalnız değiller. Bazıları güçlü görünmeye o kadar alışmış ki kendi çoğunluklarının bile farkında olamayacak kadar başka hayatları oynadıklarını göremiyorlar.  Güç maskesinin ardına gizlenmişler. Kaldırsalar ya o maskeleri.  Ben bazen bizimkini kaldırıyorum. Nasıl göründüğümüzü söyleyeyim. Gözlerimizin altı simsiyah. Saçlarımız omuzlarımızdan da aşağı dökülmüş bıkkın ve bedbaht duruyorlar. Üzerimizdeki  giysiler çok bol. Kötü görünüyoruz.Zayıf ve güçsüz.



Fakat iş ki bize yüklenen –erken yaşta yüklenen- sorumlulukları gururla taşımaya geliyor , işte o zaman o simsiyah olan göz altlarımızı boyayacağız tenimizin renginde olan bir fırçayla. Saçlarımızı toplayacağız sımsıkı,ağızlarını kapatmış gibi kimseye bir şey söylemeyecekler. Daha renkli  ve daha sırdaş giysiler giyeceğiz. Gülümseme olacak dudaklarımızda. Kalabalığın arasına karışıp gideceğiz ve etrafımızdaki diğer insanlara olgunluk taslayacağız. Onlara güçlülük dersleri vereceğiz. Kimsenin yanında ağlamamalarını öğütleyeceğiz. Bize sorarlarsa eğer , siz nasıl öğrendiniz diye ;  önce ben atılıp konuşacağım. diyeceğim ki bu bir doğal öğreti. Bu bizim diğerlerine karşı gösterdiğimiz savunma. Büyüdüğümüz yerde öğrendik kendi kendimize olgun olmayı. Yaşımızdan ne kadar büyük düşünebilsek kar kardır olgusunu kendimiz öğrendik. Kimse de karşı çıkmadı. Sen ne iyisin dendi. Sen ne kadar farklısın dendi. Hayır değildik , sadece onlar bizden onları toparlayacak,destek olacak ve hallerinden anlayacak biri yarattılar. Bilerek veya bilmeyerek. İşte evet onlara bunları söyleyeceğim. Sonra yüzümüzdeki en samimi gülümseme ile eve döneceğiz, akşam yine o maskeyi çıkardığımızda bıkkın ve yorulmuş saçlarımızı tarayacağız.

Cemiyet sakinleri onaylıyorlar. Evet diyorlar. Bir de fotoğraf çekiyorlar.

Ve ekliyoruz ; tüm bunlara alışabilir. Belki bazen daha ileri düşünme yetisi kazandığını görmek insanın hoşuna bile gidebilir. Bu duygu sizde kalabilir,zamanla sevebilirsiniz. Kalma şartı ise bunu size içten içe  inşa eden bireye olan güveninizdir. Onu en yakınınız olarak gördüğünüz için,bazen sırdaş giysilerden,sıkılmış saçlarınızdan söz edip rahatlayabilirsiniz. Ancak sizdeki asıl yıkılış ona duyduğunuz güvenin sarsılmasıdır. Anlam veremeyebilirsiniz,üzülebilirsiniz o yücelttiğiniz insanın ne kadar sıradan olduğunu. Size öğrettiği etikten aslında ne kadar yoksun olduğunu görmek canınızı yakabilir. Ve o gün anlarsınız ne kadar yalnız olduğunuzu. Çaresizlik , güç maskesinin altında dolaşır.

Samimiyet kelimesi anlamını yitirmiştir çoktan. Söylenebilecek hiçbir söz kalmamıştır. Tüm bu yıkıntılarda gezerken siz , bu yolda size sözde destek veren diğer bireylerin de çirkin kusmuklarına basarsınız zamansız. Onların adı da geçmişi unutanlardır. Yaptıkları hataları çok kolayca silenlerdir. Tek silahları diğerlerinin gurununu kırmaktır.

Onlar ,  geçmişi unutanlar , şimdiki zamanda ne kadar da dürüstler öyle.Ne kadar çok kıymet verirlermiş emeğe. Ne kadar çok yargılarlarmış bizleri.


Bu hikayenin sonu ise paragrafların arasında yazılı aslında.  Cemiyette herkesin kendine ait bir banyosu var. Duşa giriyoruz,sessizce ağlıyoruz.



Çünkü farkında olmak bir yük. Bilmek bir yük.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Si vales , valeo


#sohbetsohbetsohbet#

Her pazartesi balkonunu yıkayan,40 yaşlarında,yıpranmış sarı saçlarını mütemadiyen ensesine yakın topuz yapan, akşamları tek başına yeşil taburesine oturup sigara içen, gayet sıradan biriydi benim için karşıda oturan kadın. Ta ki düne kadar. 
Dün gece ağlayan,hırsından deliye dönmüş,duvarları yumruklayan, ''bıktım yalnızlıktan'' diye bağıran biri vardı. Hiç bakmadım ; sanki beni görürse susacakmış gibi hissettim. Onu tanımazken az konuşan,aka ak karaya kara bile demeyecek kadar kendi halinde biri olduğuna kanaat getirilebilirdi ki bu şekilde bir isyan ancak uzun süreli dolmuşlukların patlaması olabilecek bir boyuttaydı. 

İzmir'de bir Casare Pavase...


Dünyanın her yerinde sayılarını tahmin edemeyeceğimiz kadar yalnızlıktan kıvranan insanlar varken, -aile ve arkadaş yalnızlığı dahil-   bir tanesi de benim karşımda. Casare Pavase'yi tanımayanlarınız olabilir.


1900'lü yılların başında İtalya'da doğan kendi halinde,içine kapanık ,hayatı boyunca hep yalnız olan ve yine şaşırılmayacak şekilde yaşamına bir otel odasında son veren ve sizi derinden etkileyen eserleri yaratan bir edebiyatçı. 

''Kendimi yalnız bırakmamak için tüm gece aynanın karşısında oturdum'' diyebilecek kadar yalnız. 


Gidip dolabımdan alıyorum, ''Yaşama Uğraşı'' adlı eserini. Okuyorum bölüm bölüm ,aslında gayri ihtiyari cümleler seçiyorum hızlıca.  Okudukça sanki o bağıran ve ağlayan kadını az da olsa anlamaya çalışıyorum. Aşağı inip sıcak su alıyorum,kahvemi yapmak için. Bu sırada perdenin arkasından görmeye çalışıyorum ne yapıyor diye. Korkuyorum da sonunun Pavase gibi olmasından. İçime kurt düşüyor,kadının tüm sorumluluğu bende gibi hissediyorum. Sonra bakıyorum tekrar o yeşil tabureye oturuyor ve sigara yakıyor avuçlarının içiyle silerken yanaklarındaki yaşları. Dayanamıyorum açıyorum pencereyi dışarı bakıyorum kahvemi yudumluyorum , gülümsüyorum ve ''iyi geceler'' çıkıveriyor ağzımdan. Yüzüme bakmadan ''teşekkürler , iyi geceler'' diyor. Giriyor içeri ,mutfaktan sesler geliyor. Perdesini çekmemiş , görebiliyorum içeri , hırslı bir şekilde fırına bir şeyler atıyor. O saatte bir fırından gelen ekmek kokusu bir de onun mutfağından çıkan sıcak şekerli bir mamül olduğunu düşündüğüm şeyin kokusu var.

Sabah oldu ve biz hepimiz bir yerlere yetişmeye çalışırken o , temizlik kovasını doldurmuş balkonun demirlerini siliyor;çünkü bugün pazartesi ve o iş onun rutini. 


Yine ben dayanamıyorum, pencereyi açıyorum. Mutfaktan çok güzel kokular geldiğini söyleyip gülümsüyorum tüm samimiyetimle . İlk kez biri onunla konuşmuş gibi,konuşmaya aç,ürkek,yabancı ama çok istekli bir tavırla cevapladı. Yaklaşık bir 10 dakika kadar konuştuğumuzu fark ediyorum içeri girdiğimde.

Ve şu an ben ona ; yani Sibel abla ya çay ve kurabiye yemeye gidiyorum. İkinci bir Pavase vakası olmasını engelliyorum.


'O iyiyse ben de iyiyim'




    Ek olarak dün sevgili Pavase'nin bir sözüne daha rastlıyorum. ''Günleri değil;anları hatırlarız'' demiş.

Açıkçası hatırlamak çok derin bir eylem ve eğer hatırlanacak olgu veya olay değerliyse,önem bırakıyorsa hayatınızda günler,anlar,kişiler ve daha yazılamayacak kadar fazla olan detaylar dahil hatırlanabilir. Ki eskiden hatırlamak bir tebessüm oluşturabilirken yüzlerde , şimdi gereksizlik duygusu uyandırıyor. Hatırlamak ve gülümsemek insan ruhunun bir parçasında az da olsa umutlu bir mutluluk barındırırken ; artık bomboş bir sayfaya saatlerce bakıyormuşluk hissi verebilir.
Durulmuş bir dalga gibi. Çok sakin.
Hatırlamak artık bir anlam ifade etmeyebilir. Boş bir eylem. Bir hikayeyi 100 defa okumuş da 101.sindeki 'tamam artık' söylemi gibi. 


Şekerini karıştırırken çayın, dipte kalan ve dönerek bardağın tabanına yavaşça düşen küçük siyah renkli çay parçaları gibi olmadan insanlar ; onlara yetişmek lazım, içimize yetiştirmek lazım.

















21 Mart 2014 Cuma

Çapari


Tüm masrafına karşı,yaşam hala popüler dedi Laurence Peter.

Umulmayan ya da düşünmek istenilmeyenler insanın kucağına oturunca ne korku kalıyor ne de cesaretle ilgili özgün laflar sürdürülebilirliğini koruyor. Yapılanlardan pişmanlık duyulmuyor;fakat bir söz daha doğruluğunu kanıtlıyor :

Beni öldürmeyen acı güçlendirir diyor Nietzsche. 

Yani geleceğe dair korkmadan , emin adımlarla yürüyebiliyorsunuz. 
Artık en çok korktuğunuz veya hoşlanmadığınız şey  mavi kareli mühendis gömleği , kız yurdunun kapısında birikmiş plastik terlikler , yerdeki tükürük , akmış çöp suyu olabilirken ; en çok sevindiğiniz ve heyecanlandığınız ise kazı kazandan çıkan 20 tl , mont cebinde unutulmuş çekirdek ve kahvaltıdaki portakal suyu olabilir. 


Biz bugün 4 arkadaş  aldık sırt çantalarımızı Eski Foça'ya doğru yola koyulduk. Kaldığımız yerle arasındaki mesafe 2 saati buluyor. Öğrencisiniz ve tabi ki de metro,otobüs gibi toplu taşıma araçlarını kullanıyor oluyorsunuz. Bu kısım az biraz yorucu olsa da halimizden memnunuz. 

Hava o kadar güzeldi ki. En önce kahvaltı yaptık.








Gitmeden önce araştırma yapmıştık aslında gezilecek yerler hakkında. Fakat birçoğu tekne turu ile olacağı için ertelemek zorunda kaldık. Biz de dolaştık ve misinaları kaptığımız gibi balık tuttuk.








Eski Foça çok sakin, geçimi balıkçılık olan ve genel yaş ortalaması ileri kimselerin olduğu yaklaşık 32.000 nüfuslu şirin bir ilçe. Garip bir şekilde sizi çekebiliyor. Efsanesi ise; karataş diye bir taş varmış ki nerede olduğu bilinmezmiş. Ona basan biri bir daha asla Foça dan kopamazmış. Ben basmış olabilirim.










Bu balık halindeki fotoğraflamalardan sonra biraz yürüyelim dedik. Kayalar Camii nin tarihi bir cami olduğunu duymuştuk. Oradaki esnafa sorduk nerede diye. ''Zaten bir tane cami var aha o da şurada'' dediler. Biz de gittik. Biraz tepede . Manzara mükemmel. 1427 yılı yapımıymış. Hatta Konya dan gelen bir cemaat tarafından yapılmış. 







Aşağıdaki fotoğraf ise caminin bulunduğu konumdan çekildi. Manzarası en güzel yerlerden biri. 





   Sonra yavaştan çıkıyoruz,yokuş aşağı iniyoruz. Yolun üzerinde kültür sanat evleri var.




Burası da Beş Kapılar Kalesi. Yan tarafında evler var,nasıl huzurlu anlatamam. İnsanlar evlerine geliyor,ellerinde torbalar , işten çıkmışlar. Böyle anlarda diyorsunuz ki biz şehirlerde ölüyormuşuz. Orada yaşayan insanlar bu yüzden uzun yaşıyor sanırım. Egzoz,trafik,ses,hava kirliliği yok bir kere.
























Buradan da iniyoruz. Ara sokaklara giriyoruz,yazlıkların olduğu yere. Sonra iskeleye gidip misinaları atmayı planlıyoruz. Ayrıca Foça'da çok fazla kedi var. Ama kişilikli kediler. Bir de Foça nın kedileri balıktan başka bir şey yemezmiş...








































Bugün en çok hoşuma giden fotoğraflardan biri de bu oldu. Berfu , Foça da bulunan papatya popülasyonunu neredeyse bitirdi bu arada. Çantası papatya dolu bir şekilde İzmir'e döndük.  Bir çiçeğin görüntüsü bu kadar güzelken kokusu neden çirkin ?






İskeleye ulaşmak için yürüdük epey. Balıkçı barınağına gidecektik. Güneşin altında da biraz yandık ama olsun. 



Bir de bu görüntüyü gördükten sonra uzun süre midye yiyemeyebilirim..... 



 
   Odak uzaklığı   55.00 mm       f/8.0         
   ISO 110




    Odak uzaklığı   55.00 mm      f/9.0    
     ISO 100



   Sülüneze dokunamıyorum. İçim tuhaf oluyor. Ama ekip çalışmasıyla bir sürü balık yakaladık. Sonra da denize bıraktık tabi ki. Misinaları da koyduk çantamıza. Bunu Alsancak ve Karşıyaka'da da yapmayı planlıyoruz.



Dinleniyoruz bu şekilde,yorulmuşuz epey. 
İskeleye oturdum. Hızlı geçen zamanları düşünüyorum. Pişmanlıklarım yok. Umutlarım var ileriye doğru. Yeni kavramı daha da anlamlanıyor hayatımda, ki yaşam hala popüler. Yapacaklarımız fazla. Daha okunacak çok kitap,dinlenecek çok müzik , gidilecek çok konser ,gezip görülecek çok yer var. 


 Yandaki teknedeki amcalarla da sohbet ediyoruz. Tuttuğumuz balıkları gösterip aferin almak hoşumuza gidiyor. Hepimiz 20 yaşındayız ama çocukça da bir duygu yok değil. 


Hava kararıyor. Toparlanıyoruz. Çarşıya inip magnet alıyorum kendime,evime. Arkalarına tarihleri yazıyorum. Kitaplarıma yazdığım gibi. 

Ve tabi ki günü rakı ile bitiriyoruz. 





Buraya da ulaşımı bırakıyorum.

            Kendi Aracınız ile;             İzmir - Çanakkale yolunun 39 km'sinden sola sapıp 26 km. sonra Foça'ya ulaşılır. İzmir'den         çıktıktan sonra Karşıyaka, Çiğli, Menemen'den sonra Buruncuk'u geçince ilk ışıklardan sola döndüğünüzde artık Foça yolundasınız.



Otobüs ile; Türkiye'nin neresinden gelirseniz gelin; İzmir Otogarı'nda indiğinizde hemen indiğiniz peronların en başına yürüyün.En başa geldiğinizde otobüslerin önlerinde "Eski Foça" yazdığını göreceksiniz. Otobüsler genel olarak; Kış tarifesinde saat 06:30'da başlar ve akşam 21:15' te son seferdir. Yaz tarifesinde ise sabah saat 06:00'da başlayıp,23:00'e kadar her yarım saatte bir devam eder.
Demiryolu, Denizyolu ya da Havayolu ile ; Önerimiz, en kısa yoldan İzmir Otogarı'na ulaşmanızdır. Havaalanı'ndan Otogar'a Havaş otobüsleri saat başı kalkmaktadır. Ancak bu servisler mevsimlere göre değişiklik gösterebilir. Eğer otogara ulaşmanızın zor olduğu bir yerde iseniz, Foça otobüsleri Otogar - Bornova - Bayraklı - Naldöken - Girne - Sogukkuyu istikametinde yol alır. 





İyi haftasonları...