Sayfalar

10 Eylül 2022 Cumartesi

Adım

Yapış yapış bir hava.

Hani yüzünün devamlı nemden parladığı cinsten. Bir noktadan sonra herkesin bu sıcağa kendini teslim ettiği gibi. Perdeler yarı açık. Bitkilerin bile her gün su vermene rağmen solmaya yüz tutmuş. Eskilerden kalma bir pervaneden medet umuyorsun serinlemek için. Yeni bir favorin var:buz yemek. Çöp kokusu olmasa kısmen daha kolay kabul edebileceksin bu havayı.

Denize gitmek için hazırlanıyorsun. Kumların sıcağı hepsinden daha fena. Bunu bile bile ve ağzında buzu çevire çevire yürüyorsun. Bir dükkanın camından yansımanı görüyorsun. Duruyorsun. Arkandaki ağaçlar bir ormanı andırır gibi. Mış gibi.

Aslında zaten biliyorsun koca bir ormanın içinde olduğunu. Bu ormandaki yerinin ya da amacının tam olarak ne olduğunu senin mi belirlemen lazım yoksa belirlenmiş şekilde mi gözlerini açıyorsun bu dünyaya;onu inan bilmiyorum. Hangi canlının insan suretisin onu da bilmiyorum. Ki zaten herkes kendinin ne olduğunu bilebilir mi? Ben kendimi bilirim, cümlesini kurabilenler gerçekten haklı olabilir mi;yoksa onlar ukalalar derneğinin ayak sesleri midir?

Kendini tanımak;hangi yemeği,hangi mevsimi,hangi işi ya da günün hangi kısmından hoşlanıp hoşlanmadığını bilmekle mi sınırlıdır ve hatta yeterli midir?

Davranışlarını ve hislerini önceden kestirebiliyorsan ve sonrasında bunları birilerine açıklayabiliyorsan tanıma fiili kendini gerçekleştirmiş sayılabilir mi? Sonuçta kalabalıklara karışma arzun varsa birilerine bir şeyler açıklayabilmek önemli olabilir. Veyahut olmayan şeyleri ya da var olduğunu kabullendiklerinden bahsedebilmek de önemli. Ormanda sen istesen de istemesen de komşuların var çünkü.

Onlara bazen bazı kısımlarını kırpmak zorunda kalabilirsin. Yıllar önce neden o sırada orada oturduğumdan pek de emin olmadığım saatlerde Jung’ın Gölgeler çalışmasını dinlediğimi hatırlıyorum. Sonra bunu birçok yere yazdım de unutmamak için;çünkü çok doğruydu. Bazen kendine bile itiraf etmediğin ya da edemediğin;karanlıklarında ve çok içeride duran hislerin olduğu bir gerçek. Bazıları fazlaca etik dışı. Bazıları seni rahatsız edebilir. Asıl konu da bu.

Tüm bunların bilincinde olduğun zaman da aralarından bazılarını kendine yakıştırdığın,bazılarından ise korkunç boyutta utandığın duygularından emin olduğunda kimlik olgun gelişmeye başlayabilir. Ya da bu etik dışı şeyleri diğerlerine zarar vermemesi koşuluyla kabullendiğinde bir parça daha özgürlük hissedebilirsin.

Tüm bu sorulardan ve yine her zamanki gibi bir yanıt bulma çabasından sonra gelen iç sıkıntısı şu yola da sokabilir: mutlak suretle biri olmak zaruri bir şey midir?

Biri olmak,ne olmak,insan olmak….Yıllar boyunca hamuruna ne katıldığını bilmek ve mayanın kime göre/neye göre tutup tutmadığını bilmek… Tüm bunlar ciddi bir kaosa da sevk edebilir sonuçta.

Bu karmaşık ve yorucu ağır konuları bir akşam aynanın karşısında uzun uzadıya dişlerini fırçalarken düşündüğünü fark edebilirsin.

O kadar uzun süredir fırçalamışsındır ki artık dudakların uyuşmuştur. Bu seansın bir rutinden de öte kendinle başbaşa kalabildiğin nadir anlardan biri olduğunu anlarsın.

Neden son zamanlarda farklı kişilerle yaptığın konuşmalarda yalnızca kendilerinden bahsettiklerini düşünürsün. Neden kendilerinden başka kimsenin düşüncelerini gerçekten önemsemediklerini ,onlara söz hakkı vermeksizin büyük bir hevesle kendi hayatlarını anlattıklarını düşünürsün. Kimsenin kimseyi umursamadığı,kendilerinden başka insanların düşünce ve duyguları,yaşamlarında nelerle meşgul olduklarının hiç ama hiç önemli olmadığını açıkça göstermekten çekinmediklerini görmek biraz üzebilir seni. Ben ile başlayan cümleler ve en son olarak da bence ile biten şeyler aklında kalır. O görüşmenin pek de bir sencesi yoktur.

Oysa karşındakine soru sormak kıymetli değil miydi? Konuşmak kadar konuşturabilmek de yukarıda bahsettiğim kalabalıklarda var olabilme ile ilgili değil miydi? Kimsenin gölgesini bilmek;kendi gölgenden de bahsetmek istemeyebilirsin. Ama zaten olduğu gibi parıldayan benliğinin bir kısmını paylaşmak önemli olabilirdi.

Hayır. Tüm bu davranışlar onların kendini korumak için tuttukları bir kalkan değildir. Bunun adı koruma içgüdüsü ise hiç değildir.

Yaşamlarımız artık neredeyse bir aslan ve onun avı olan ceylan belgeseli kıvamında olsa da hayatta kalma savaşımızı bu şekilde vermemeliyiz. Benim bunun aksine olan umudum bazen şaşırsam da epey yüksek.

Sonuçta bu orman yaşamında bir bütüne dahilsindir. Ve sen bu habitatta ve kalabalıklarda zaten birisindir. Dış görünüşüne ek olarak büyüdüğün evde, pardon bu ormanda ve bu sürüde, edindiklerin ile bir karaktersindir. Biri olman için yanındakilerin belirli parçalardan oluşturduğu kombinasyonlara muhtaç değilsindir.

Aslan,ceylan,sırtlan,leş yiyen veya bir yırtıcı kuş.

Savaşmak ve yarışmak zorundaymışız gibi hissetmek; ormandaki bu canlıların simgeledikleriyle özdeşleşmek zorunda değiliz.

Kimine göre aslan olmak yüceyken;kimine göre gölgeleriyle beraber bir sırtlanmış gibi davranmak haz verebilir. Kimliklerimizde yazanlar bunlar değildir. Kimliklerimizde aslında bir şey yazmak da zorunda değildir.

Kimlik,yanındakilerinin senin için zihinlerinde belirlediği formlarda karar kıldıkları şeyler değildir.

Kimlik,onların seni zorladıkları için dönüşmeye çalıştığın şey değildir.

Kimlik,yalnızca cüzdanında taşıdığın ve kaybolduğunda birilerinin seni kolayca bulabilmesine yarayan bir kart olabilir.

Kimlik ancak senin ışıldadıklarınla ve elbette bazen kendinin bile nerede olduğunu kestiremediğin yerlerde sakladığın karanlıklar bütünü olabilir.

**

Mevsimler değişir. Çöp kokusuyla karışık nemli hava yerini yağmurlara teslim edebilir.

Sen karanlıktayken ağaçların arasından yüzüne doğru vuran ay ışığını,o ağaçların üzerinde düşkün olduğun kuşların simgelediklerini ve gün doğumunda seni ısıtan güneşi de topladığında tümüyle dengede hissettiğin ormanın içinde var olabilirsin. Bu hisleri bedenine siyah mürekkeple işlediğin bir gün olacaktır. O gün yaşanırken tüm bunları sen ömrünce unutma diye yanında olan sırtlanların,aslanların ve kuşların da bu ormanda zaten hep yeri olacağını fark etmişsindir.

Sen de bu sırada kendi ormanındayken tüm gölgelerini anlayabilecek kadar büyümüşsündür. Onların da kendi parçaların olduğunu kabullenmiş olma ihtimalin yüksektir. Bu kez mış gibi gelen ormanındaki yuvandan dışarı adım attığındaki senin eski sen olmadığının da ayırdına varabileceksindir. Bu farkındalık aslında kocaman bir özgürlüktür. Kolayca vazgeçemediğin,uğruna çok şeyi feda ettiğin ve bir an bile pişmanlık duymadığın şeylerdir.

 


16 Şubat 2022 Çarşamba

Oda

 

‘’Bir kimsenin veya ailenin içinde yaşadığı yer, konut, hane.’’

Az önce baktım. Evin tanımı.

Bu kadar mı?

Betondan oluşan herhangi bir yapıyı ne zaman ev olarak benimseriz? Son derece özetle,nefes alma ve zaruri ihtiyaçların karşılanmasından ibaret olan yaşama işini kapalı bir yerde sürdürünce mi oluyordu ev? Ya da içinde eşyaları olması,akşamları aydınlatılabilmesi ve çeşmelerinden su akması yeterli miydi ev diyebilmemiz için?

Şimdi canlandır aklında.

Bir sokağa giriyorsun. Balkonda daha öncesinde pek de sık rastlamadığın insanlar sana bakıyor. Her şey çok acele. Bir dakika 60 saniyeden daha az.  Acele düşünmen ve hemen karar vermen lazım. Hızlıca merdivenleri çıkıyorsun,kapıda bir başkasından kalma paspas. Pencereler kapalı ve içerisi havasız. Güneşin rengini bozduğu dolaplar...Hava sıcak ve bir koşuşturma. Tek sahip olduğun şeyler olarak fark ettiğin kitaplar.Hepsi birbirine bağlı. Özenle taşıyorsun. Yalnızsın. Tanımadığın bu beton yığınında dolaşıyorsun. Akşam oluyor. Perde yok. Kolilerle dolu bir odada tek başına bir koltukta oturmuş açık olan televizyonun ışığında etrafa bakıyorsun. Günler geçiyor,güneş doğuyor ve batıyor. Zeus ve Demeter’in kızı Persephone bir yukarı çıkıyor bir aşağı iniyor. Ve mevsimler değişmeye başlıyor. Aylar geçtikçe ve evde hareket oldukça sen, yine o koltukta tek başına buluyorsun kendini. Oysa musluklardan sular akıyordu.Özenle takılan avizeler de ışıldıyordu. Ama burası sahiden senin evin miydi? Öyle hissediyor muydun?

Yeterli değildi.

Hangi kapının kapanırken daha çok ses çıkardığını bilsen de yetmiyordu. İçinde kaç kişinin yaşadığı da önemli değildi. Betonun gerçekten ev olabilmesi için sana ne hissettirdiği önemliydi. Dışarıdayken ona koşman önemliydi. Ya da karanlık çöktüğünde ona doğru yürürken kendini güvende hissetmen önemliydi. Sokaklarını tanıman,bilmen,sahiplenmen önemliydi.

Bir yere ait hissetmen lazımdı. Kim olduğunu hatırlaman,neye ait olabileceğin ya da nelerin sana ait olabileceğini netleştirmen gerekirdi.

Yağmur çok yağdığı zaman tüm hayvanların kaçtığını ve bir yerlere saklandığını görürdün. Senin saklandığın yer de gerçekten evin miydi? 10 metre öteden bırakılan koca bir top göğsünü delik deşik etmişken kendini orada tam olarak tanımlayabilmen gerçek miydi? Orada sessizlikte durabilir miydin?

Evde hiç ses yokken gözlerini kapatabilir miydin?

Ev böyle bir şey değildi. Peki yuva? Hiç değil.

Bazı zamanlarda sol elin saçına gidiyordu. Dolamaya başlıyordun hızlıca parmağına. Sanki yarınlar hep Pazartesi de Pazar akşamının iç bayıcı kokusu var sürekli. Durduğun yerde duramamak,nefes alıp vermek;ama hızlıca. Nabzın bence hep doksandı. Dolanıyordun ve saçlarınla da dolanıyordun.

Voltalar atılıyor. Halı desenleri inceleniyor. Ben düşünüyorum;hangi motifti o eli belinde?

Her neyse.

İki büyük kutuyu getirip koyuyorum önüne. Biri metal biri ahşap.

Onlar asla alelade bir kutu değil. Dev boyutta bir kaosa dönüşmüş gibi dursa da aslında çözüldüğünü artık hepimizin bildiği düğümler... Gerginliğimi bazen belli ediyorum biliyorum.  

Düğümün düğümlükten çıktığını,iplerin açıldığını itiraf etmemiz lazımdı. Salonun ortasındaki bu kaos benzeri şeyleri kendi içimizde de nihayete erdirmek lazımdı.

Sonuçta her şey ruhumuza işliyordu değil mi? Hiçbir şey aslında gitmiyordu bizden. Bundan 20 sene öncesi de ruhumuzda dolanıyordu. Damarda akan kan gibi ılık ılık ilerliyordu ve devinimini tamamlıyordu her gün. Dokunursan hissedersin. Ama dokunmamak da sonuçta tercihimizdi.

Yıllar önce daha ev gibi gelen başka bir kapalı kutunun içinde ben de oturmuştum. Çok eskidendi ve masanın rengi de kahverengi idi.  8 sandalyeli. Genelde vitrine bakan kısma otururdum. Masanın üzerinde taşlı büyük bir avize. Ilımaya yüz tutan çorbalar,karmaşa,kaos. Ev olabilmesi için her şey tastamamdı. Vitrinlerin içinde resimler bile vardı. Bardakların içinde de toz.

Şimdi anlıyorum ve anladıkça da aslında seninle beraber nabzım düşüyor. Ev olabilmesi için ayrıca farklı olan her yerine ruhlarını işlemem lazımdı. Anı biriktirmemiz,çatlak boyalı duvarları kabullenmemiz…Tek başınayken bile aslında her odada olmak lazımdı.

Kendi evlerimizin balkonlarına gönül rahatlığıyla çıkabiliriz artık. Balkonların tavanı aksa da demirlerini boyamak için fırça almayı akıl edebilmiştik.

Artık hangi beton yığınının nasıl şekilde bir ev olabileceğini öğrenmiştik.

Hangi anahtarları taşıyacağımızı öğrenmiştik.

***

‘’Dolandım dolaştım boşandı yağmur
Saçım ıslak kunduram çamur
Eve döndüm yağmur getirdim
Ev yeşerdi ben yeşerdim.’’