Sayfalar

30 Aralık 2014 Salı

Zemistan


12 ayın insan ömründe 1 yaşa eşit sayıldığı yerdeki rutin eylemlerimize devam ettiğimiz sıradan günlerden biriydi.

Pencereyi açtığımda hava kararıyordu. Bir tüccar kilitlerken dükkanının kapısını yanındaki ayakkabı tamircisine iyi akşamlar diliyor, karşı apartmandaki gri hırkalı kapıcı çöpleri topluyor, aynı apartmanda 11 numaralı dairede yaşayan  siyah saçlı ve hiç gülümsediğini görmediğim kadın da hızlıca sofrayı hazırlıyordu. Akşam telaşı adı verilen ve yaklaşık 60 dakika süren ufak çaplı koşuşturmacanın bende yarattığı etki bitince uzun zamandır girmediğim bir odaya girmiştim. Ve o anda da hissetmiştim bu öyküyü son kez anlatacağımı.


O gün o boş duvarı ne kadar izlemiştim bilmiyorum. Arkasına sadece küçük pil takılınca çalışan duvar saatinin ne kadar ilerlemiş olduğu ile de ilgilenmemiştim pek; belki 1 saat belki 1 ay umurumda değildi. Duvarı bir kapıya dönüştürme fikri ve bunu yapmak için hissettiğim o delice isteği ne zaman duydum onu da bilmiyorum.


İnsanın ruh haline göre değişkenlik gösteren oksijen seviyesiyle birlikte kulakları sağır edecek sessizliğin hakim olduğu birkaç eşyalı sade odada o duvara gözlerimle ne çok şey anlattığımı düşündüm. Dışarıdan bakıldığında biraz yıpranmış, boyaları dökülmüş, sağ alt köşesi nemden sararmış ; ama gerçekten görmek istediğinizde çok sakin, dokunduğunuzda çok sıcak,dinlediğinizde de huzurlu parçalar duyabileceğiniz bir duvardı. Orası benim insanların kendine has doğrularını dünyanın en doğru düşünceleri tabağında 'bence' ile başlayan cümleleriyle servis eden türlerinden uzak kalmak için kaçıp , sırtımı yasladığım duvardı.


Bu kaçış başta çok güzel geliyordu. Uzaklaşmak ,yalnız kalmak , kalbimin her atışını süper bir sessizlikte dinlemek yani.. Bir süre boyunca her şey normalken ,zamanla bu durum sorun haline gelmeye başlamıştı. Orayı sığınak gibi görebilirdim;fakat dışarıda başka bir dünya vardı. Sürü psikolojisiyle hareket eden , ‘‘elalem ne der’’ciler yüzünden kendi yoluna kendi taşlarını dizen , sınırsızca tüketen kan emicilerin yaşadığı , can yakan , kalp kıran insanların yaşadığı bir dünya… Haliyle ben de bunlardan etkileniyordum.  Ne kadar istersem isteyeyim kopamıyordum tam manasıyla . Duvara yaslandığımda da gösterdiğim etkilere bir tepki alamamak bazen beni çileden çıkarma boyutuna ulaştırıyordu. Bir şeyler yapmam gerektiğinin farkına vardım. Sanırım buna da düğümleri çözümlemek deniyordu.


Bazen bana yaşatılanlar yüzünden çokça sinirleniyordum , o anlarda elime balyoz alıp etrafımdaki her şeye vurup,kırıyordum. Kontrollü olup olmadığımı fark etmiyordum başlarda;fakat sonra her nasılsa kırma eylemini de mantık kalıbına sığdırmayı başardım. Nar kokulu bir mumu parçalamak anlamsızdı çünkü. Yıkıp ,onun yerine başka bir şey inşa edebileceğim bir fikir içimi ısıttı. Ruhumu tatmin edecek soyut bir inşaat alanına giriyordum ; tabi ki tüm önlemlerimi alarak. O odayı ve o duvarı dönüştürmeliydim ; ama şunu da çok iyi biliyordum ki herhangi bir şeyi dönüştürmek için insan önce kendisini dönüştürmeliydi. Ben de güneşin doğuşundan batışına kadar geçen 1440 dakika boyunca boş durmama kararı aldım.

Az zamanda çok insan tanımaya çabaladım , birbirinden çok farklı anlayışlara sahip gruplarla sohbet ettim. Yapabildiğim kadar yolculuk yaptım. Birkaç kez sokakta sabahladım. Bu eylemlerim de bende hikayelere merak oltasını atmama sebep oldu. Daha önce de söylemiştim , her insan bir kitaptır diye. Kısıtlı zamanda çok insan okumaya gayret ettim. Her girişimimden sonra odama gelip çalıştım. Bini aşkın o dakikayı kendi içimde paylaştırdım. Bu sayede ne kadar başarılı oldum,tartışılır ama sanıyorum ki ben de odamla birlikte dönüşebiliyordum.


Vakit kaybetmeden işe koyuldum. Duvarları kırmak çok zor geldi ama zaten hiçbir şey kolay değildi. İz bırakmadan, yeniden açılabilmek için kapı yapmak çok çok zordu. Kendime gerekli motivasyonu veren yine bendim. Gidip kurumuş yaşlı ağaçlarla çalıştım bir marangoz dükkanında. Oydum , zımparaladım, ellerimi toprak kokutarak dokundum. Kucaklayıp odama geldim. Bu çok düz ve sıradandı,boya gerekliydi.  Hazır almak ya da yardım almak da bu işin gidişatına aykırıydı. Tabi ki boyasını da kendim hazırladım. Biraz hoşgörü,biraz sevgi,biraz saygı ekledim. İçine umut kokulu inceltici de koydum. Kahkaha seviyesi yüksek karıştırıcıda karıştırdım. Hayatımda hiç görmediğim huzurlu bir renk elde ettim. Yavaş yavaş , sakin sakin günlere bölerek boyadım. O kadar haz alıyordum ki hiç taşırmadan, yerlere damlatmadan , hiçbir zerresini boşa harcamadan kapımı boyadım.


Bunu yaptığım bazı geceler yorulduğumda yere , sarı parkelerin üzerine oturdum. O esnada bana bazen Neşet Ertaş eşlik ediyordu bazen de cilası henüz kurmamış penceremi açıp kadehime kan rengi şarabımı koyduktan sonra Birsen Tezer'in yanına oturuyordum. Sabahları bekliyordum umutla.  Oluyordu da...  Mesela en sevdiğim sabahlar güneşin ışıklarını yüzüme vurarak uyandırdığı sabahlardır. O zamanlar ufak kare masamın üzerine çilek reçelini koymayı unutmadığım bir kahvaltı hazırlayıp dostlarımı çağırdığım bile oluyordu. Takvimimdeki yaprak sayısı azalıyordu ve ben bu sıralarda dönüşmek fiilinin hakkını vere vere bir insanın aynı anda yaşayabileceği, etrafına yaşatabileceği tüm duyguları yaşıyordum. Sonra baktım ki yeni yeni duygular bile türetmeye başlayacak olgunluğa bile ulaşmışım. Yeni duygu türetmek... Bu çok yüce bir eylem olmalıydı. Bize verilen hisler kutusunun kapağını açıp, içine tertemiz ve yepyeni bir duygu koymak… İçimde hiç bilmediğim bir yeri keşfetmek ve sadece oraya uygun mis gibi bir şey hissetmek. Sonra anladım ki en mutlu edici işçilik kendinizin kendinize yaptığınız işçilikti. En güzel kokan ter de bunu yaparken ve meyvelerini sevdiklerinizle paylaşırken alnınızdan akıttığınız terdi.



Uykuya dalmışım...


Güven verici bir zil sesiyle kapım çalıyordu gözlerimi açtığımda. Düşünmekten onu yaptığımı,odayı renklendirdiğimi , eski eşyaları yok ettiğimi fark etmemişim bile.

Doğrulup eskiden yerinde bir duvar olduğunu bildiğim alana yöneldim. Heyecanlandım. Kolu çevirdim. Ağzımdan samimiyet ve az biraz da korku kokan tek bir kelime çıktı…..



Hoşgeldin


2 Aralık 2014 Salı

Turuncu Sokak


Tam çatının üzerinden aşağı doğru süzülüyordum ki gözlerimi hiç zorlanmadan açtım. Bir süre beyaz renkteki tavana boş bakışlar göndererek beni uyandıran bu gürültünün ne olduğunu anlamaya çabalıyorum. Komidinin üstündeki sarı kayışlı kol saatime baktığımda saatin 06:14 olduğunu görüp,çıkıyorum yatağımdan. Bir zamanlar ben ilkokuldayken çok popüler olan bir şarkı çalıyormuş meğer;balkona çıkıp aşağıya baktığımda anlıyorum. Şahin marka bir araba yanaşmış binamızın altına. Sanırım bilerek yapılmış bir hareket. Benimle birlikte birçok insan balkonda. Hep birlikte bakıyoruz aşağıya ne oluyor diye. Az sonra da arabadaki şahıs istediğini elde etmiş olmanın haklı gururunu yaşayarak hızla ayrılıyor caddeden. Bu ne anlamsız bir uyanış şimdi?


Başımda garip bir acı olduğunu fark edip sıkı sıkı toplanmış saçlarımı açıyorum. Omzumdan aşağı dökülüyor saçlarım birden ve balkon çok soğuk. Hava boz bulanık renkte, kış geldiğini tüm sertlikle çarpıyor yüzüme. Üzerimde şaşkınlıkla sersemlik karışımı bir şey var. Arabanın arkasından da bakarak kaçan uykumun ardından el sallıyorum. Bir insan yüzünden neden birbirinden bu kadar ilgisiz birçok insan etkileniyor ki ? 


İçeri girip yarısının dışarıda olduğu perdeyi toparlamaya çalışırken düşünüyorum. Eminim ki tanıdık hikayelerden birine sahip bir çift insanın çekişme sürecinin bir parçasını yaşadık az önce. Hiç tanımadığımız insanlarla da bu şekilde etkileşime girmiş oluyoruz aslında. Sokakta yürürken tesadüf eseri şahit olduğunuz bir evlilik teklifini izlemek, okuldan eve dönerken bindiğiniz otobüsteki iki  kız kardeşin çekişmesine tanıklık etmek veya alt komşunuzun her akşam yaptığı o rutin kavgaları dinlemek de istem dışı olarak başka hayatlara dahil olmanın örneği sayılabilir.

Bu gibi durumlarda gördüğünüz anlar için yorum yapma hakkınız olduğunu düşünebilirsiniz ;fakat ben biraz istisnai kısıma katılarak topluluğum adına birkaç cümle yazmak istiyorum. Bizler herhangi bir şekilde ortak olduğumuz yaşamlara yönelik tam bir fikrimiz olmadığı için onlara burnumuzu sokmayı pek istemeyiz. Ve yine karşılaştığımız sahneler hakkında da bilgi sahibi olmadığımız için insanları olumlu-olumsuz duygularıyla, yaşadıkları anlarla baş başa bırakmanın doğru bir eylem olduğunu düşünürüz. Parmaklarımın hızını kesmeyip tecrübeyle sabitlediğim bir olayı anlatacak olursam :


Yaklaşık 2 hafta önce bir cumartesi günü dünyanın en çirkin hisleri listesinde bulunan ilk 10 maddeden birini yaşadım. Tüm hafta aynı saatte kurulu olan alarmımı  bir gece öncesinden kapatmadığımı fark ettiğimde,üzerimden yorganımın yere düşmüş olduğunu gördüm ve ne kadar o şekilde üşüyerek uyuduğumu düşündüm. Bu korkunç hissi tekrar hatırlamak kötü olsa da ben o listeye o gün hiçbir işiniz olmadığı halde sabahın köründe uyanıp,etrafı izlemeyi de eklemek istiyorum. Ama olsun,uzun süredir kendime vakit ayıramıyordum. Bunu fırsat haline dönüştürüp, üzerime az biraz kalın şeyler giyip dışarı çıktım yürüyüş yapmak için. Parka geldiğimde köşede bir sürü yavru kedi gördüm. Nasıl bir sevinç doldu içime anlatamam. Belki o gün o kedileri görüp,sevinmek için böyle uyanmıştım. Geri döndüm,dolabımdan su ve süt alıp oradaki plastik kaplara boşalttım. Etrafımda birden miyavlayan bir ordu oluştu. Ve ben gri kaldırım taşına oturduğumda iki yanağımdan da aşağı doğru süzülen sıcak göz yaşlarımı fark ettim.


Ağlama eylemi bana sevinçte de hüzünde de uzak olan bir şeydir. Bu biraz insanın yaratılışıyla ilgili sanırım. Hiçbir zaman kolay ağlayamadım. Duygulanamadım bir filmde veya ayrılıkla biten bir kitabın sonunda. Ya da canımı sıkan insanlara sitem ederken de...  Bu yüzden üzülünce ağlayan insanlara hep özenmişimdir, bu yol ile rahatladıkları için. Aynı şekilde bunun tam tersi olan mutluluktan ağlama durumunu da pek iyi tanımlayamam. Aklım karışır çünkü. Çok güzel bir şey olunca insan birden neden ağlamaya başlar ki?  Bu kadar zıt olan iki tepki nasıl barınıyor iç içe?


Tüm bunların son derece bilincindeyken,diğer bütün normal insanlar gibi hassas bir dönemde olduğumu düşünüp ,bunu ortaya çıkaran kedilere yandan bir bakış attım. Orada otururken de beni o halde gören bir anne-kız oldu. Önce bir şeyim olup olmadığını sordular. Gayet iyi bir şekilde gülümseyerek her şeyin yolunda olduğunu söyledim;ama insanlar başkalarının hayatlarına burunlarını sokmaya fazlasıyla meyilli oldukları için beni yarım saat belki de 45 dakika boyunca rahat bırakmadılar. İşte bu durum yorum yapma hakkını doğurur mu tam bilemiyorum ama kesinlikle rahat bırakılma ve o ılık havadaki cumartesi gününde kafamı dinleme , normal insanlar gibi duygulanabilme sevincini yaşama hakkım vardı.


Somutluklar içinde hızla yaşarken, içimde kelebekler uçuran soyutlukları düşünme hakkım vardı. Bazen 24 saatin bile yetmediği günlerin acısını çıkarabilme bazen de akreple yelkovanı elimle tutup ilerletme hakkım da vardı. Kışın gelmesine sevinip,en sevdiğim şarkıyı açarak tarçınlı salep yapmaya ve onu beni mutlu eden insanın yanında içmeye de hakkım vardı. O gün o kediler bana günlerin nasıl hızla geçtiğini, mecburiyet veya sorumluluklardan dolayı durup bir dinlenemediğimi, doğalı 1 ay olmuş kedinin başını hiç okşayamadığımı ve aslında her gün içinden bir yere yetişme çabasıyla geçtiğim o parktaki kuşların sesini dinleyememiş olduğumu hatırlattı. Bu yüzden bir iki damla yaş akıtmak doğal olmalıydı. Gözlerimin bu sebeple parlak parlak olmasının da tadını çıkarmak güzeldi, tabi o iki kişinin fazla müdahaleci tavırlarına maruz kalana dek.



İşte bugün bu yüzden o arabayla aşağı yanaşıp,rahatlayıp ve hemen oradan giden insanı tebrik ettim içten içe. Binada yaşayanların bağırışlarına,kaba söylemlerine aldırış etmeden,onları kendi hayatına sokmadan iletisini verdi ve gitti. Bu sebeple de pek kızmadım zaten. Rahatlasın be kardeşim dedim. Döksün içini o şarkıyla sevdiğine, söyleyerek ya da yazarak anlatamamış belli ki. Bir de dinletsin ne olacak ?  Belki saat konusunda biraz kararsız kalmış olabilir ; belki hiç uyumamış bile olabilir . Bu konuda yardıma ihtiyacı var belli ki ; ama bir gün de siyahlaşmaya başlamış ruhu için o binada yaşayan 160 küsür insanın rahatını bozsun ne çıkar ? Bizler ki zaten birinin/birilerinin veya herhangi bir şeyin iyi olması için oradan oraya koşturmayı,çabalamayı seven insanlar değil miyiz?


Bir sabah İlhan Şeşen’in Ellerimde Çiçekler şarkısıyla uyanmışız ne olacak....?